Akbelen ve Altın Beyinli Adam’ın Masalı
Yıllar önce Özal’ın Başbakanlığı döneminde de şimdikileri andıran, eskilerin deyimiyle “en ziyade müsaadeye mazhar”-en fazla kayırılan- şirketler vardı. Bunlardan birinin isteği ile yeryüzünün eşsiz doğal güzelliklerini sergileyen Gökova’dan, 1977 yılında yapımına başlanılan Yatağan’daki termik santrala kömür sağlanacaktı. Santralın birinci aşaması 1982 ikincisi 1983 ve sonuncusu 1985 yılında tamamlandı.
Yüksek verimli linyitlerin bölgeye taşınması, üretim girdilerini arttıracağı için yakınlardaki ormanlık alanda bulunan, düşük kalorili linyit yataklarına göz dikilmişti.
Aynı sırada Dalaman Havalimanının yapılmasıyla bölgeye dış ziyaretçi talebi artıyordu. Marmaris ağırlıklı yeni yatırımlar henüz başlamadan, özellikle Kuzey Ülkelerinden geçmişte rastlanmayan ölçülerde ilgi doğmuştu. Bölgenin göz kamaştıran doğal güzellikleri çevreyi kısa sürede bir çekim merkezine dönüştürdü.
Artan enerji ihtiyacı Yatağan’dan sonra 1982 yılında yapımına başlanılan Yeniköy termal enerji santralını gündeme getirdi. Bacasından çıkacak gazların yöredeki tarımı etkileyen kükürt salınımıyla çevreye zarar vereceği görmezden geliniyordu.
Dönemin turizmcileri yaklaşan büyük tehlikeyi görmüşler, var güçleriyle karşı çıkmaya çalışıyorlardı. Bölge halkı santralın çevreye etkilerini öne sürerek, gösterilere başladılar. Özal; arazileri kamulaştırma yöntemiyle ellerinden alınmak istenen köylülere, “yeni iş alanları açılacak, bölgenizde villalar inşa edilecek, turistler gelecek, zenginliğiniz artacak, diyordu. Küçük bir kız arazilerimiz ellerimizden alınınca söz ettiğiniz evler ne işimize yarayacak, diyordu.
Gökova çevresindeki santralların; doksanlı yıllarda bacalarına filtreler takılarak, genel dağıtım sisteminde büyük bir arıza çıkması hâlinde, yedek enerji sağlayacak konumunda tutulmaları kararlaştırıldı.
Daha sonra AKP iktidara geldi.
Özelleştirme rüzgârları santralların bacalarından çıkan zehirli gazlara baskın geldi. Yandaş firmaların 2014 yılından bu yana GÖKOVA’yı yok etmek istercesine, çevredeki zeytinlikleri ve ormanı ele geçirme uğraşıları başladı.
Kısa sürede iktidarın kayırması ve ileride ortaya çıkması kaçınılmaz, organik ilişkilerle yaratılan bu yapay zenginlik, siyasal kimliğe büründü. Bu kez devlet gücünü arkalarına alarak, doğal varlıklarımızı yok etmeye başladılar.
CHP Genel Başkanının milletvekilleri ile orman varlığının yok edilmesini engellemeye çalışan, Akbelen’de ağaçlara sarılan köylülere destek için Milas’a geldi. Ziyaret sırasında yaşananlar, Fransızların ünlü yazarı Alphonse Daudet’nin “Değirmenimden Mektuplarını” anımsattı.
Kitabın içindeki Hasan Ali Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı döneminde, Sabri Esat Siyavuşgil’in dilimize çevirdiği,” Altın Beyinli Adam Masalı” aklıma geldi.
“Bir varmış, bir yokmuş, altın beyinli bir adam varmış. Dünyaya geldiği zaman başı öyle ağır, kafatası öyle kocamanmış ki, hekimler, bu çocuk yaşamaz, demişler. Demişler ama çocuk yaşamış, güneşte boy atan güzel bir zeytin fidanı gibi gelişmiş. Yalnızca kocaman kafası hep ağır basarmış. Yürürken sağa sola tos vurması, pek acınacak şeymiş”… Sık sık düşermiş de. Bir gün sahanlıktan yuvarlanmış ve alnı mermer bir basamağa çarpınca, kafatası, bir maden külçesi gibi “tınnn!” etmiş. Öldü sanmışlar. Ama çocuğu yerden kaldırdıkları zaman, kumral saçlarında donmuş iki üç altın damlasıyla hafif bir yaradan başka bir şey bulamamışlar. İşte anasıyla babası, oğullarının altından bir beyni olduğunu böylece anlamışlar…. “Ancak on sekizine basınca anası, babası, kendisine yazgının bağışladığı o olağanüstü nimeti anlatmışlar; 19 yaşa dek besleyip büyütmelerine karşılık, altınından birazcık istemişler. Çocuk hiç duraksamamış, hemen o anda, nasıl, neyle bu masalda yok; beyninden-ceviz büyüklüğünde bir altın külçesi kopararak, böbürlene böbürlene annesinin ayaklan altına atıvermiş”… “Sonra; kafasında taşıdığı bu zenginlikten gözü kamaşmış, bin bir istekle deliye dönmüş; gücünden dolayı kendinden geçmiş, baba evinden aynlmış ve diyar diyar dolaşarak hazinesini savurmaya başlamış” … “Sonsuz sınırsız altın harcayarak sürdüğü görkemli yaşama bakılırsa, beyni bitip tükenmeyecek gibi gelirmiş… Ama beyin tükenmekteymiş, beyin tükendikçe de gözlerinin ışığı sönmekte, yanakları çukur çukur olmaktaymış.
Sonunda, günün birinde çılgın hovardalığın sabahında, zavallı genç şölenin döküntüler ve sararıp solan avizeler arasında yapayalnız kalınca, altın külçesinde açtığı kocaman gediği görüp ürkmüş, artık uslu oturmak zamanının geldiğini anlamış. O andan sonra, yeni bir yaşama başlamış altın beyinli adam. Artık dokunmak istemediği bu uğursuz zenginliği unutmaya çalışarak, şeytana uymaktan korkan bir cimri gibi kuruntulu, yapayalnız, bir köşeye çekilip yaşamış. Ne çare ki, gizini öğrenmiş olan bir dostu, yalnızlık köşesinde de onun peşini bırakmamış. Bir gece, zavallı adam, korkunç bir baş ağrısıyla sıçrayarak uyanmış, şaşkın doğrulmuş ve ay ışığında, arkadaşını paltosunun altında bir şeyler gizleyerek kaçarken görmüş. Demek beyninden bir parça daha çalmışlar!..
Bundan bir süre sonra, akın beyinli adam âşık olmuş ve bu kez büsbütün hapı yutmuş… Bütün yüreğiyle sarışın bir kadıncağızı sevmiş, o da onu seviyormuş… Kadının türlü türlü hevesleri varmış, adam da hiçbir zaman “Olmaz!” diyemezmiş; kendisini üzmemek için, sonuna dek zenginliğinin o üzüntü verici gizini saklamış. Kadın ona: – Biz çok zenginiz, değil mi? diye sorunca, zavallı adam: – Elbette çok zenginiz! dermiş. Sonra da kafasını masum masum kemiren bu mini mini devlet kuşuna sevgiyle gülümsermiş. Ama kimileyin korkar, eli sıkı davranmak istermiş; ama tam o sırada kadıncağız, kırıta kırıta kendisine yaklaşır ve: – Kocacığım, dermiş, bu denli zenginsin, bana pahalı bir şeyler alsana! Adam da ona pahalı bir şeyler alırmış. Bu, böyle iki yıl sürmüş, sonunda bir sabah, kadıncağız nedeni bilinmeksizin kuş gibi ölüp gidivermiş… Hazine de suyunu çekmek üzereymiş… Zavallı adam, ne kalmışsa onunla sevgili karısına pek güzel bir cenaze töreni düzenlemiş.
Öyle ki, mezarlıktan dönüşte, bu olağanüstü beyin hemen hemen boşalmış; ancak kafatasının dibinde, birkaç parçacık altın kalmış. Kendisini, sarhoş gibi ellerini uzatarak, yalpa vura vura, sokaklarda dolaşır görmüşler. Akşam olup da mağaza vitrinleri aydınlanınca, top top kumaşlarla türlü türlü süslerin ışıklar içinde pırıl parıl yandığı bir camekânın önünde durmuş. Kenarlarında kuğu tüyleri bulunan mavi satenden bir çift kadın ayakkabısına hayran hayran bakakalmış. Kendi kendisine “Bunlar bizimkinin hoşuna gider diyerek gülümsemiş Karıcığının öldüğünü-unutarak, ayakkabıları satın almak için mağazaya dalmış. Satıcı kadın, dükkânın arka tarafındayken ürkünç bir çığlık duymuş o hemen koşmuş Bir de ne görsün? Bir adam, ayakta tezgâha dayanmış acılar içinde, alıklaşmış bir tavırla kendisine bakıyor bir eliyle kuğu tüylü mavi ayakkabıları yakalamış, kan içinde olan öbür eliyle de tırnaklarının ucuna yapışmış birkaç altın zerresini uzatıp duruyor.
Altın beyinli adamın masalı burada bitiyor.
Daudet, sadece Gökova’daki doğanın yok edilişini anlatmakla kalmıyor. Günümüz Türkiye’sinin durumunu; iktidarın ve muhalefetin gelişmeler karşısındaki duruşlarını ve halkın yükselen sivil tepkisini de açığa çıkarıyor gibi geldi bana.
Ne dersiniz?