Sürdürülebilir turizm
Bir Kızılderili atasözü der ki:
“Yeryüzü, bize atalarımızdan miras kalmadı, çocuklarımızdan ödünç aldık.”
Sürdürülebilirlik kavramı aslında antik dönemlere kadar uzanan bir geçmişe sahip olmakla birlikte yazılı kayıtlara geçişi ilk olarak 300 yıllık bir geçmişe sahip. Freiberg (Sachsen) madencilerinin başı olan Hans Carl von Carlowitz, 1713 yılında yayınladığı çalışmasında ormanların korunabilmesi için yeniden yetişecek miktarda ağaç kesilmesini önererek ormanların sürdürülebilir kullanımını savunur.
18’nci yüzyıl itibarı ile başlayan sanayi devrimi, ya da daha doğru bir deyişle “tüketim” devrimi modernleşmeyi , modernleşme de yarattığı tüketim ekonomisi ile dünya kaynaklarının aşırı kullanımını / tüketimini tetiklemiştir. Kapitalist ekonominin kar hırsı bu tükenişi hergün biraz daha hızlandırırken, geri kalmış, gelişmekte olan ülkeleri de merkezin çevresindeki tüketim topluluklarına dönüştürerek hem bu ülkelerin doğal kaynaklarını sonuna kadar sömürmeye, aynı zamanda bu sömürülen kaynaklar sayesinde oluşturulan ürünlerini ve atıklarını da bu ülkelere göndererek, kendi vahşi tüketimini tüm dünyaya yaymıştır /yaymaya devam etmektedir.
İşte bu nedenledir ki Birleşmiş Milletler Örgütü ilk olarak 1972 yılında Stockholm’de Dünya Çevre konferansını toplamıştır.
1987 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan Brundtland Raporu, “sürdürülebilir gelişme”yi şu şekilde tanımlar:
“ Günümüzün gereksinimini karşılarken, mevcut kaynakları , gelecek nesillerin kendi gereksinimini karşılamasını engellemeden, tüketilmeden kullanılmasını sağlayan bir gelişmedir.”
Acıdır ki Kızılderili atasözünün söylenmesinden belki de yüzyıllar sonra modern dünya “ gereksinim “ kavramı ile konuyu metalaştırarak kendince tekrar tercüme etmiştir. Çünkü bahsi geçen “ihtiyaçlar” insanoğlunun ihtiyaçlarıdır, doğanın ihtiyaçları bu kavramın içerisinde yoktur.
“Sürdürülebilir Turizm” kavramı ise 1970'lerde hızlanan kitle turizminin olumsuz etkileri ortaya çıkmaya başlayınca, ”Sürdürülebilir Kalkınma” kavramının içerisinden üretilmiştir. Çünkü turizm, sanayi ve tarım sektörü ile olan bağlarının yanı sıra, doğal mirasa, çevreye, kültürel mirasa, ekonomik gelişim ve paylaşıma etki eden çok geniş kapsamlı bir sektördür. Bu nedenle de “Sürdürülebilir Turizm” kavramı içerisinde ele alınan 3 ana başlık şu şekildedir (BM Çevre Programı ve Dünya Turizm Örgütü/Metin Kozak s.15) :
- Ekonomik gelişim : Turizm turist çeken bölgelerin / ülkelerin ekonomilerine yerel ve ulusal düzeyde katkı sağlarken, bu katkının yerelde de dengeli bir şekilde dağıtılarak, yerel insanların da bu ekonomik faaliyetten uzun süreli faydalanmalarının sağlanması.
- Sosyal ve Kültürel yapı : Yerel halkın sosyo – kültürel değerlerine saygı göstererek kültür mirasının ve geleneksel değerlerin korunarak gelecek kuşaklara aktarılabilmesi.
- Çevre : turizmde anahtar bir unsur olan çevresel kaynakları optimal ölçüde değerlendirirken, temel ekolojik sürecin devam ettirilmesi ve doğal miras ile bioçeşitliliğin korunması.
2007 yılında 32 partnerden oluşan bir organizasyon, “Partnership for Global Sustainable Tourism Criteria” , oluşturulur. 2008 yılında da GSTC (Global Sustainable Tourism Criteria) yukarıda bahsedilen 3 ana hedefe ulaşabilmek için yapılması gerekenleri alt başlıklar halinde belirler.
İşte Turizm Bakanı Sn Ersoy’un “ Bakanlık olarak üye olan ilk ülkeyiz” diye iftihar ettiği GSTC dünya çapında kabul görmüş, sürdürülebilir bir turizmin nasıl gerçekleşmesi gerektiğini anlatan kriterleri derleyen ve üyeülkelerde bu kriterlerin uygulanmasını takip eden birorganziasyondur.
GSTC kriterlerinin uygulanması aşamasında birinci öncelik kamudur. Kamu bu krtiterlerin uygulanabilmesi için gerekli yasal alt yapıyı oluşturmak ve takip etmekle yükümlüdür. İkinci olarak yerel yönetimlerin bu yasal altyapı üzerinden yerele özel çözümleri geliştirmesi, oluşturması gereklidir. Bu aşamada en önemli unsur ise yerel dernekler, STK’lardır. GSTC kriterleri yöre insanın da bu sürece dahil olmasını, karar mekanzimalarında yer almasını önemli kılar.
İşte işin bam teli de burada ortaya çıkmakta. Bir ülke düşünün ki, kamusu rantçı, -istisnalar hariç- yerel yönetimleri rantçı, sokaktaki insanı rantçı. Zaten sürdürülemez konuma gelmiş olan bir yapı bu koşullarda ne kadar sürdürülebilir kılınabilir?