• 14 Şubat 2024 19:12
  • 0
  • 20 DAKİKA OKUMA SÜRESİ

Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınma mücadelesi

Bu yazıyı dinleyin
Kayhan Taner Özen 14 Şubat 2024 Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınma mücadelesi

 

                Osmanlı İmparatorluğu tarihten silinip Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ekonomik sosyal koşullar yeni devlet için hiç de parlak değildi. Osmanlıyı oluşturan tebaadan her millet ayrılmış kendi devletini kurmuş geriye Osmanlı’nın pek de iyi gözle bakmadığı Türkler ve neredeyse hiç önem vermediği Kürtler kalmıştı. 

Sosyal altyapıda eğitim gerektiren meslekleri icra eden, esnaflık ve ticarette başat olan Rum ahali de mübadele ile yeni Cumhuriyetin sınırları dışına çıkarılınca geride eğitim düzeyi yok denecek kadar düşük, büyük oranda ilkel metotlarla yapılan tarımla uğraşan bir halk kalmıştı. Neyse ki 1850-1923 arası Osmanlının ihtiyacı olan bürokratları eğitip yetiştirmek için (Sırp, Slav Ortodokslar ayrılmıştı) İstanbul dahil Anadolu Rum’u, Ermeni ve mecburen sisteme alınan Türkler vardı. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de dahil olduğu bu dar bürokratik elit yeni devletin oluşumunda, sevk ve idaresinde en önemli insan kaynağı olmuştur.

                Ekonomik altyapıda ise Avrupa’dan Sirkeci’ye bağlanan, Haydarpaşa’dan da Medine’ye giden demiryolu mevcuttu. Halkını azameti ile etkilemek isteyen Osmanlı hanedanı payitaht İstanbul’u sayısız Cami ve saray ile donatmıştı. Fakat bunların ekonomiye bir getirisi yoktu. Götürüsü ise çoktu. Hanedanın el harçlığını sağlayan Mısır’da elden çıkınca vergi alınacak çok bir yer özellikle de sektör kalmamıştı. Yeni teknoloji demiryolu ulaşımı ile ipek yolunu tekrar canlandırmak imparatorluğu eski zengin günlerine döndürmek iyi bir projeydi ve 1850’li yıllardan itibaren bütün padişahlar Kızıldeniz’i ve Basra Körfezini Avrupa’ya bağlayacak demiryolu yatırımına öncelik verdiler. Hatta donanmanın istediği İtalyan yapımı (sonradan Yunanlıların Averof adında bir sermayedarları sayesinde satın alıp bağışçının adını verdikleri, bununla da Ege adalarını işgal ettikleri zırhlı) zırhlıyı satın almayıp Ege adaları kaybetme pahasına eldeki parayı demiryolu inşaatına harcamışlardır. Nitekim demiryolu hatlarının faaliyete geçmesi ile hat üzerindeki topraklarda hızlı bir üretim artışı ve beraberinde kalkınma gerçekleşmeye başlamıştır. Osmanlının da vergi gelirleri de paralelinde artmıştır.

                Elbette sönmüş İpekyolu hattını yeniden canlandıracak (İngiltere ve Fransa’nın elindeki denizcilik kapasitesini atıl duruma düşürecek) bu demiryolu projeleri emperyalist devletlerin tepkisini çekmiş ve I. Dünya Savaşı ile Bağdat hattının yapımı durmuş, Hicaz hattı ise tahrip edilerek kullanılamaz hale getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ne (Osmanlının bu büyük ve önemli tek ekonomi yatırımının) sadece sınırlar içindeki kısmı kullanılabilir halde kalmıştır.

                Yeni kurulan devletin kalkınmak için gereken yatırımları yapacak ne sermayesi ne de sermayedarı vardır. Sanayi üretimi ve dolayısıyla geliştirdiği teknolojisi hiçbir sektörde yoktur. Üretimin %3’ü sanayi üretimidir. Karayolu ağı niteliksiz ve yok gibidir. Zaten karayolu ağına ihtiyaç da yoktur. Çünkü vasıta yoktur. Dünyanın ilk seri üretim aracı olan Ford Model T 1908 ile 1927 yılları arasında 15 Milyon adet satılmıştır. Aynı dönemde Osmanlıda develerle taşımacılık yapılmaktadır. (Dedem Vahdi Özen (1899-1979) 1920’de Kurtuluş Savaşına katılana kadar amcaları ile Bor-Silifke arasında deve çekmiştir). Sosyal hayat ise 1927 sayımına göre kırsalda sürüyordu. Nüfusun %25 kent ve ilçelerde yaşamını sürmekteydi. İlçelerin tamamı ve kentlerin önemli kısmı iri bir köy şeklindeydi. Sonuç olarak nüfusun 1927 yılında %12,5’i, 1960 yılında %15’i, 1980 yılında %22’si, 1990 yılında bile %30’u şehirlerde yaşamaktadır. 1990 yılına kadar köylerin durumu ise (Konya, Ereğli, Çayhan köyünden örnekle) tarihçi kardeşim Ayşe Özen’in ifadesine göre 9.000 yıllık komşu Çatalhöyük köyünden çok az farklıydı. Onlar kerpiç evlerine bir merdiven vasıtasıyla damdan, biz ise kapıdan giriyorduk. Anadolu’da durum geri kalmış bir ülkenin durumu idi.

                Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran entelektüel akıl ülkenin kalkınmasının önemini bildiği gibi çözüme de son derece de yenilikçi bir yaklaşım getirdiler. Ebette yapılması gereken cari açığı engellemek ve ülkede sermaye birikimini oluşturmak ve yeni yatırımlara kaynak yaratmaktı. Daha sonra ihracat yoluyla ülkeye kaynak transferi yapılacaktı ve hızla muasır medeniyetlerin seviyesine ulaşılacaktı. Nitekim daha 1926 yılında Karadeniz Gemisi ile Avrupa’da 12 ülkenin 16 limanına “seyyar sergi” adı altında yeni cumhuriyetin imaj ve (çağın ilerisinde) ürün pazarlama faaliyeti gerçekleştirildi.

                Yatırımlarda önceliği ithal edilen malları üretmeye verdiler. Bunlar para, tekstil, maden, ziraat ürünleri başta olmak üzere her sektörü kapsıyordu. Bankacılık yoluyla kalkınma gibi dahiyane bir çözüm uygulanmaya koyuldu. Kurulan bankalar sadece finans sağlamayacaktı; Osmanlıdan bir burjuva devralınmadığı için bankalar girişimci de olacaktı. Özel sektörün yapamadığı yatırımları yapacak, sektörlerin alt yapılarını oluşturacaklardı. Bilahare sağladıkları finansman ile özel kesime destek vereceklerdi. Dışardan ithal edilen sermayeyi engellemek ve yerli sermaye üretimi için İş Bankası kuruldu. Tekstil için Sümerbank, maden için Etibank, Denizbank, Ticaret Bankası, Emlak Bankası, Turizm Bankası, Halkbank, Ziraat Bankası gibi kamu bankaları kuruldu, geliştirildi.

                Sistem o kadar başarılı oldu ki daha ilk on yılda Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınma girişimleri Dünyada efsane oldu. 1923-1938 arası ortalama %7,5 büyüme ile Dünyanın en hızlı büyümelerinden biri yakalanarak inanılmaz olan başarıldı. Dünya halklarının izlediği bir diğer örnek de Sovyetler Birliği idi. Genç cumhuriyetin yaşadığı peri masalı II. Dünya Savaşı ile sona erdi.

                   

YILLAR İTİBARİYLE TÜRKİYE VE DÜNYADA KENTSEL NÜFUS ORANLARI (%)(Dünya Bankası Verileri)

https://webdosya.csb.gov.tr/db/cevreselgostergeler/icerikler/grafik-3--yillar-itibariyle-turkiye-ve-dunyada-kentsel-nufus-oranlari-20230313132202.PNG

               II. Dünya Savaşı aslında 20 yıl önceki savaşta yıkılan Dünya düzeninin yerine yeni siyasal Dünya düzeni kurulması savaşıydı. Savaş bittiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin sistemde bir yeri yoktu. Rakipleri Almanya ve Japonya’yı dümdüz eden ABD için siyasal satrançta Türkiye bir anlam ifade etmiyor, diğer galip Sovyet Rusya ise başat olduğu ülkelerde kendi siyasal sistemini kurmak istiyordu. Bu sistem de T.C.’nin serbest ekonomiye dayanan kuruluş ilkelerine tersti.

                Savaşın yarattığı ekonomik değişim ise T.C. için daha kötüydü. Hitler Almanya’sı bilinen bütün teknolojilerde sıçrama yaratmıştı. Özellikle havacılıktan demiryollarına, gemilerden kara nakil vasıtalarına, roketlerden jet motorlu uçaklara, elektronikten nükleer enerjiye her teknoloji savaş bitene kadar değişmişti. Bu durum 20 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti için şu anlama geliyordu ürettiği hiçbir malın uluslararası piyasada değeri yoktu. Katma değeri yüksek ve üreten ülkeye değer getirecek mallar teknoloji gerektiren üretimden elde edilen mallar olmuştu. Otomotiv ve makine sanayi hemen savaşın sonunda Dünyanın geleceği oluvermişti. Eğitilmiş insan gücü ve ürettiği patentler henüz yeterli olmayan Türkiye teknoloji gerektiren malları üretemiyordu. Üstelik ekonomisine şimdi de petrol diye bir ithalat yükü binmişti.  

                Kalkınma mücadelesine devam etmek için yapılması gereken yeni gelişen teknolojilere uygun yatırım yapıp Dünya pazarlarına satılacak ürünler geliştirmekti. Bu süreç ise planlı yürünmesi gereken, toplumsal tasarrufun şart olduğu, zorluklarla karşılaşılan, yenilikçilik gerektiren, masraflı bir yol idi. Toplumsal sıkıntıyı ve topyekun mücadeleyi gerektiriyordu.

Öte yandan tarımda makineleşme sonucu Dünyada tarım ürünlerinin fiyatı hızla düşüyordu ve tarım tekstil odaklı Türk ihraç ürünleri yeni yatırımları finanse edecek dış kaynağı ülkeye sağlamıyordu. Siyasal iktidar savaş önceki kalkınma politikalarını sürdürerek zor süreci seçti ve yeni yatırımlar için toplumu sıktı. Sonuç olarak 1950 yılında yapılan seçimlerde halk sıkıntıya katlanıp geleceğe yatırım yapmayı tercih eden iktidara karşılık popülist politikalar vaat eden partiyi iktidara taşıdı. Yeni iktidar hemen muktedir ABD’ye yanaştı ve alınan Marshal yardımları ile ithalata geçti. Az da olsa bu yardımlar ile alınan traktörler ve nakliye araçları köylüye, küçük esnafa dağıtıldı ve ekonomiye yalancı da olsa bahar geldi. Teknoloji yatırımları gereksizdi, en iyisini ABD üretiyordu, gelirdi yardımlar ve krediler alınırdı mallar.

Yalancı bahar elbette yaza dönüşemedi ve iktidarın ikinci döneminde para bulunamadığından popülist harcamalara kaynak aktarılamayınca iktidar sertleşmeye başladı ve maalesef bir darbe ile demokratik sistem kesintiye uğradı. 10 yıllık Demokrat Parti yönetiminden Türk ekonomisinin kalkınma mücadelesine yapılan en faydalı yatırım belki de T.C. Turizm Bankası A.Ş.’nin kurulmuş olmasıdır. Cumhuriyetin kurucularından Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın önderliğinde 1954 yılında yenilikçi bir kararla banka kuruldu ve ilk yatırımını 1956 yılında Kilyos Moteli açarak gerçekleştirdi. Elbette yapılan karayollarını da unutmamak gerekir. Dünya Bankasından alınan krediler ile ABD üretimi kara nakil vasıtalarının gidebileceği yüksek standartlı yolların inşasına başlanmıştır. Yol olmayınca araba satılamayacağı gerçeği, Dünya Bankasının 1950 yılından buyana Türk altyapısını kredilerle desteklemesini sağlamıştır. Bu yollar Avrupa ile Ortadoğu arasında mal taşınmasına hizmet ettiği gibi turizminde işine yaramıştır.

Bu dönemin önemli bir kalkınma adımı da 31. Temmuz 1959 yapılan AET’ye üyelik başvurusudur. Dış politikadaki ileri görüşlülük Türkiye’ye AET kapılarını açmakla kalmamış 1937’de imzalanan Sadabat Paktı, 1955 Bağdat Paktı ve 1957 Balkan Paktı Türk ürünlerine sağlam pazarlar oluşturmak için alan açmıştır. Fakat bu ilişkiler (AET dışında) ABD ve İngiltere’nin baskıları nedeniyle verimli bir şekilde sürdürülememiştir. Öte yandan en bol sermayesi eğitilmemiş insan kaynağı olan Türkiye Kore Savaşına asker göndererek NATO üyeliğini kapmıştır. 

NATO’dan yoluyla gelen kaynak transferi ekonomiye biraz nefes aldırmış ve Batı ekonomileriyle ilişkileri sağlam temellere oturtmuştur. 1960 darbesinden sonra yine ithal ikamesi olan malların üretimine odaklanılmış, bölgesel paktlar sona erdirilmiş fakat AET ve NATO da yer alan pozisyonlar korunmuştur.

1963 yılında AET ile Ankara’da imzalanan ortaklık anlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kalkınma projesi iken AB’ye tam üyelik ile sonuçlandırılamamıştır. Ankara anlaşması Türkiye ve Yunanistan’a 1981 yılında AET’ye tam üyelik sağlamaktadır. Anlaşmaya göre iki aday ülke gümrük birliği başta olmak üzere AET’nin şartlarını daha erken yerine getirebilirlerse daha erken üye olacaklardı. Fakat Türkiye’deki bürokratik oligarşi iş dünyasını korumak gayesi ile gümrük vergilerini indirmeyi reddetti, Yunanistan da aynı yoldan gitti. Fakat Yunanistan anlaşma gereği 1981 de üye oldu. 1980 darbesinin generalleri ise Türkiye’yi üye yapmadı. Bu darbe belki de Türkiye’yi AB dışında tutmak için tezgahlandı. Türkiye ne kaybetti Yunanistan ne kazandı bakmadan önce 1960’lı yıllara geri dönmek gerekir.

1960’lı yıllar ekonomi için zor yıllardır. Savaş ve salgın hastalıklar olmayınca köylerde nüfus patlamış, büyük şehirlere umutsuz bir iç göç başlamış, kentleri gecekondular sarmaya başlamıştı. Yapılan yatırımlar kentleşme ihtiyacını karşılayacak istihdam üretiminden uzak kalmaktaydı. Üstelik Marshal yardımları ile Avrupa toparlanmış, üretim ve ihracata yeniden başlamıştı. Ekonomiyi yönetenlerin elindeki en bol sermaye eğitimsiz iş gücü idi ve 1968 ile beraber kalkınan Batı Avrupa’ya iş gücü ihracatı başladı. Alamancı denilen, köle kıvamındaki iş gücü ihracatı kısa sürede 3 milyon işçi rakamına ulaştı ve bunların memlekete gönderdiği harçlıklar 70’ler boyunca bürokrasinin ve iş dünyasının harcamaları için gereken dövizi sağladı. 1974 Kıbrıs savaşı sonunda gelen ambargonun askeri harcamalara getirdiği yük de Alamancıların sırtına yıkılmaya çalışıldı. Elbette bu döviz kaynağı ülkenin kalkınma hedeflerine ulaşmada bir katkı sağlamadı. Petrol fiyatlarındaki artış, ihracat fakiri ülkeyi sıkıştırdı. Bu arada artan nüfus, beraberinde gelen iç göç ve gecekondulaşma, köylerde açlığa varan yoksulluk 70’lerin sonunda iç huzursuzluğu artırdı.

1980 darbesine giden yolun taşları döşendi ve ülke ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak, kapasitesiz siyasi partiler kapatıldı, 1981 tarihli AB’ye giriş bileti çöpe atıldı, Yunanistan NATO’ya alındı ve sendikalar dahil bütün demokratik kurumlar ve hukuk altyapısı yok edildi.

AB’ye girilmemekle kalkınma yolunda ne kaybedildi ona bakmak gereklidir. AB’nin FEDER fonları adı altında birlik içinde geri kalmış bölgeleri kalkındırmak için oluşturduğu zengin bir fon vardır. Bu fonun keyfini 1981 yılına kadar İtalya sürmüştür. Çünkü Güney İtalya çok fakirdi ve alt yapısı yoktu. İşte buradan gelen paralarla o efsanevi otoyollar, köprüler, viyadükler ve limanlar İtalya’ya yapıldı. 1981 yılından sonra fon Yunanistan’a çalışmaya başlamıştır. Issız adalara limanlar, havaalanları (Lozan’a aykırı olarak), yollar, köprüler vs inşa edildi. Böylece Yunanistan’ın turizm alt yapısı oluşturulmuş ve Türk turizmine rakip olmuştur. Fon 1986’dan sonra İspanya ve Portekiz’e çalışmıştır. Yine Türk turizmine rakip olmuştur. Türkiye AB’de girmeyerek (Ankara anlaşmasının koşulları hala saklıdır, Türk insanının serbest dolaşım hakkı bakidir) Avrupa’dan gelecek FEDER fonları ile kalkınma fırsatını böylece tepmiş oldu. AB fırsatının kaçırıldığı büyük akılsızlık Türk toplumunca ve siyasetince neredeyse hiç sorgulanmamıştır.

Türkiye’nin kalkınma mücadelesinde kayıp 30 yıldan sonra yaşanan 1980 darbesi sonrası ise kalkınma hedeflerine ulaşılan farklı bir hikayedir. Ekonominin dışardan gelen yardımla ya da Alamancılardan söğüşlenen paralarla düze çıkmayacağı anlaşılınca 24 Ocak 1980 kararları ile serbest ekonomiye tam geçiş, liberal kambiyo gibi hedefler konulmuştur. Amaç dışarıdan yatırım sermayesi çekip, yabancı yatırımlarla ülkeyi kalkındırmak olmuştur. Bu programı uygulamak 12 darbesi ile ekonominin başına geçen Sn. Turgut Özal’ın çabaları ve kurduğu ANAP ile mümkün olmuştur. 

Özal nüfusunun %75’i köylerde yaşayan ve eğitimsiz olan, ithalatını karşılamak için neredeyse hiç ihracat geliri olmayan bir ülkeyi kalkındırmak için üç sektörü ele almıştır, inşaat, tekstil ve turizm. İlk önce ithalata bağımlı olmayan bu üç sektör büyütülecek, buradan gelen döviz ve kaynaklarla elektroniğe, makineye, kimyaya yatırımlar yapılacak, böylece katma değeri yüksek ihraç malları üretilip elde edilen dövizle de ithalat karşılanacağı gibi yaratılacak dış ticaret fazlası da yeni yatırımların yolunu açacaktı. Yaratılan liberal ortam sayesinde de dışardan yatırımlar artacak kalkınma hedefine hızla ulaşılacaktı.

Plan güzeldi ve uygulaması da başarılı oldu. Çünkü Emlakbank, Sümerbank ve TURBAN’nın kurduğu altyapılar hazırdı. Az bir teşvik ödemesi ile bu üç sektör hedefine ulaştı. 1990’lı yılların başında artık Türk uluslararası turizmi global bir oyuncu olmuştu. Tekstil sektörü bir marka yaratamasa da malları tüm dünyaya satılıyordu. İnşaat ise gereken sermayeyi oluşturmuştu. Fakat buradan biriken sermaye Kore’de olduğu gibi teknoloji yatırımlarına bir türlü gitmiyordu. En fazla turizme kayıyordu. Otomotivde ilk başta yapılan yatırımlardan istenilen verim alınmış Marmara Bölgesi zenginleşmişti. İnşaatın en büyük faydası ise köyden kente hızlı göçte yurttaşları yeni gecekondular yaratmak yerine sağlıklı konutlara kavuşturması ve kent alt yapılarını geliştirmesi olmuştu.

1991 yılında yine popülist bir iktidar iş başına geldi ve 2001 krizine kadar ekonomide az yatırımlı bir bocalama dönemi yaşandı. Bu yıllarda gelişen elektronik, bilgisayar ve iletişim sektörlerine yatırımlar yapılmaya başlamıştı. Beyaz eşya ve otomotiv yatırımları beklentileri karşılamaya devam etti. Bu arada dış politikada Sovyet Bloğunun dağılma süreci yaşandı. 

1999 yılından sonra Rus turizm pazarının büyümesi ile Türk uluslararası turizmi sıçrama yaptığı dönem başladı. Türk ekonomisinde son 25 yıllık çeyrek “turizm” dönemi oldu. Özal’ın 1982 yılında çıkardığı Turizm Teşvik Kanunu ile büyütülen sektör istenildiği gibi ekonominin istihdam ve döviz kaynağı olma hedefine ulaştı. Tekstil biraz geride kalsa da başlangıçta verilen yatırım hedeflerine ulaştı. İnşaat ise son 10 yıldır dış satıma da başladı ve halen ekonominin en büyük istihdam kaynağı olarak faaliyetini sürdürmektedir. 

2001 bankacılık krizinde ülke ekonomisinin 50 milyar $ civarında bir kayıp yaşaması ülkeye doğrudan yatırımları da durdurdu. 2009’da yaşanan global finans krizine kadar Dünyada dolaşan ucuz para Türkiye’ye de geldi fakat bu kaynaklar gelecek teknolojilere yatırılmak üzere sanayiye verilmek yerine halkın hoşuna gidecek altyapı yatırımlarına ve ithal malları satan AVM inşaatlarına ve oradaki dükkanları ithal mallarla doldurmaya harcandı.

2009-2019 arası dönem inşaat ve turizmin döviz kazandırdığı, yine dış borç alınarak ve özelleştirme yapılarak yaratılan kaynakların, otomobil başta, elektronik ve diğer tüketim ürünleri ithalatına harcandığı dönem oldu. Tüketim mabedi AVM’lerin sayısı 500’e çıktı. Dış ticaret açığı her yıl artarak büyüdü ve turizmin bile kapatamayacağı noktalara geldi. 

Son 35 yılda, Dünyanın bile hayranlıkla takip ettiği, Türk turizm sektörünün başarısı kalkınma mücadelesinde en başat örnek oldu. Uluslararası turizm Türk ekonomisine son 25 yılda 750 Milyar $ civarında net kaynak soktu. Fakat bu kaynaklar istenildiği gibi endüstrilerin gelişmesine değil hızla kentleşen halkın tüketim ihtiyaçlarına harcandı.

Örnek vermek gerekirse; Kore firmaları 2000’li yılların başında düz panel ekranların geliştirilmesine 40 Milyar $ ayırdı. Bugün dünya TV satışının %32,1’i Samsung firmasına ait, QLED TV’lerin %57’sini satıyor. Ayrıca yılda 80 milyon akıllı telefon satıyor. Şirketin cirosu 195 Milyar $. Koreli firmalar şimdi çip üretimine ve geliştirmesine 800 Milyar $ harcamak üzere program açıkladılar. 

Sn. Özal Bağlı olduğu T.C. Turizm Bakanlığı ile büyük başarı yakalayan T.C. Turizm Bankası A.Ş.’ni 1989 yılında Türkiye Kalkınma Bankası A.Ş. (fonksiyonu kısıtlı olan DESİYAB’ın (Devlet Sanayi İşçi Yatırım Bankası) isim değiştirmiş hali) ile birleştirdi. Sn. Özal’ın amacı yeni Türkiye Kalkınma Bankası A.Ş.’nin turizmde edindiği tecrübeleri sanayi yatırımlarında da tekrarlatmak ve turizmden kazanılan fonlar ve yeni dış borçlanmalarla teknoloji yatırımlarını finanse etmekti. Fakat Sn. Özal’ın iktidardan ayrılması ve yeni gelen iktidarın da bu işlere kafa yormaması sonucu belki de Kore örneğinde olduğu gibi yakalanacak bir fırsat kaçırıldı. Son on yılda benzer bir gelişme elektrikli otomobillerde yaşandı. Çin buraya yaptığı yatırımlarla son iki yıldır otomotiv piyasasında egemenliğini ilan etti. Devasa sektörün geleceği Çin’in eline geçmiş görünüyor.

Sonuç olarak Türkiye 2020’li yıllara orta büyüklükte, kişi başı milli geliri 10.000 $’ın üzerinde, sanayileşmiş, nüfusunun %93’ü kentlerde yaşayan bir ülke olarak girmektedir. Muasır medeniyetler seviyesine istenildiği gibi çıkılamasa da, cumhuriyetin kurulduğu 100 yıl önceki hedeflere doğru yol almış şekilde ilerliyor. Toplum ve siyaset yapıcıları doğruları görüyor ve kalkınma için neler yapılması gerektiğini biliyor.

Yerli savunma sanayi girişimleri, TOGG, yabancı yatırımcıyı ülkeye çekme çabaları hep bu ortak akılın ürünüdür. Toplumu hırpalamadan gerçekleştirilen hızlı kentleşme önemli bir başarıdır. Öte yandan yapılan yanlış yatırımlar, savurganlık, popülist harcamalar, yolsuzluk, hukuk altyapısının yetersizliği dolayısıyla oluşan güven eksikliği, beyin göçü ilerde umulan kalkınma seviyesine ulaşılmasını engellemektedir. Tüketici kent toplumun ihtiyaçları, başta enerji olmak üzere hızla artmaktadır. Gelecek yıllarda toplumun artan ihtiyaçlarını karşılamak için Türk ekonomisinin Dünya ticaretinden daha fazla pay almasından başka çare yoktur. Üretim olmadan da dış satım olmayacağına göre üretime, yeni teknolojilere yatırım yapmak şarttır.

Keşke turizm sektörü yatırımcılarının ve çalışanlarının son çeyrekte bin bir emekle oluşturdukları 750 Milyar $ sermaye katma değeri yüksek verimli yatırımlara dönüştürülebilseydi. Bugün cari açık değil cari fazla veren bir ülke olunabilirdi. Aşağıdaki görselde Çin’in yeni İpekyolu projeksiyonu yer almaktadır. Türkiye ekonomisinin de böyle bir yol haritasına ihtiyacı vardır.